"Gönüllü bir doktorum. Görev yerim; Reyhanlı-Hatay.
Çok fena...
Sayısız travma, ezilme sendromu geliyor.
Acilde sahipsiz çocuklar var, müdahale ediyoruz. ‘Anne- baba’ diye ağlıyorlar, aileleri ölmüş, bunlara dönüp bakan yok mahşer telaşından...
Ben cerrahım, travmaya hastasına alışığım sanırdım.
Bazı hastalara gözümden yaşlar akarak müdahale ediyorum.
Vefatlar yağmur gibi, morglar dolu.
Araçlardan üçer-beşer ceset geliyor.
Çocuklar da var aralarında...
Bir yandan personele çorba dağıtılmış, personel çorbasını içerken kapıdan giren toz topraklı battaniyeye sarılı cansız bedenlere kimlik tespiti yapılmaya çalışılıyor.
Hayatla ölüm öyle iç içe girmiş ki...
Düşene kadar çalışıp,
bir-iki saat dinlenip devam ediyoruz.
Burada çok kritik müdahaleler yapıldı hastalara.
Etrafta duyduklarımız yerlere göre organizeyiz, aramızda iş bölümü ve vardiyalar yaptık.
Vardiya dışında da çalışıyoruz.
Gönüllü hekimler destan yazıyor burada, özellikle ortopedi!
Hava çok soğuk...
Ben beş dakika kapıya çıkmaya dayanamıyorum.
Göçük altındakiler bu soğukta enkaz altında bekliyor.
Aldığım gofretleri acilde çocuklara dağıtıp onlarla şakalaşmaya çalışıyorum ki, korkuları azalsın.
Hayatımızdaki dertler, dert değilmiş. Bunu anladım…”
xxxx
10 kentimizi vuran binlerce canımızı alan,
100 bine adım adım yaklaşan yaralılarımızla Yüzyılın Felaketi;
”kader planı”ymış!
İşte gönüllü doktorun anlattıkları, işte hadisenin özeti…
Geldiğimiz nokta; gözyaşlarımızla çaresizlik, umarsızlık, ümitsizlik, kedere boğulmak…
Dondurucu soğukta yaşam savaşı verenlerin olduğunu biliyoruz, sıcak evlerimizde oturmaktan, kalın giysilerimizi kuşanmaktan, yemek yemekten, karnımızın doymasından, sevdiklerimize sarılmaktan utanıyor milyonlar.
Şahan Gökbakar’ın
dediği gibi;
“Ya insan kendi yatağında uyumaya utanır mı ?
Gece sıcak evlerimizde, yataklarımızda yatmaya uyumaya utanıyoruz…”
Kurtarılmayı bekleyen onbinlerce canımız, ciğerimiz…
Hatay, Maraş, İskenderun, Adıyaman...
Pazarcık, Elbistan, Antakya, İskenderun, Defne, Gölbaşı; "Mezarkentler"…
Bölgeden canlarını dişine takarak haberleri ulaştırmaya çalışan gazetecilere saldırılar, tehditler…
Korkusuz Gazetesi’nin dünkü manşeti;
“Bu ülkeyi yöneten insanlar duysun, ellerimizle kazıyıp çıkardık cenazemizi…”
Organizasyonsuzluk, koordinasyonsuzluk, yetersizlik, liyâkatsızlık; had safhada.
Şu acı dolu günlerde kucaklaşma yerine hala ayrıştırma, kutuplaşmayı körükleme, nefret dilli söylem…
Ama herşeye karşın umudunu kaybetmeyenlerin kenetlenmesi, dayanışmayı yükseltmesi…
Sosyal medyada bant daraltma, interneti kapatma...
Twitter’dan eleştiri yazan
hemen vatan haini yapılıyor.
Borsada küçük tasarrufçuyu hedef alan deprem vurgunu…
“Türkiye’nin hiç sarsılmaz yıkılmaz, demiri, temeli çimentosu en sağlam 9.7 şiddeti üstünde depreme dayanıklı yapısı; müteahhitler-LeMan Dergisi)
xxxx
Alınlarından öpülesi kurtarma ekipleri, gönüllüler, 70 ülkeden gelen profesyonel arama-kurtama ekpleri..
Hatay’ın CHP’li Büyükşehir Belediye Başkanı Lütfü Savaş’ın kısa süre önce, “depreme savunmasısız, Ankara taleplerimize yanıt vermiyor” açıklaması…
Hepsi bir arada...
Maalesef!
İktidar “kader” dese de -gerçekten- bu mu kader? Böyle kader olabilir mi?
xxxx
Bu acının tarifi mi?
Ahmed Arif’in hislere tercüman şu dizeleriyle;
“…Nicedir,
Kahpe ağzında,
Bir salgın,
Bir DEPREM gibi
künyemiz,
Nicedir,
Başımıza zindan dünyamız.
Biz ki,
Yarınıyız halkın,
Umudu, yüzakıyız,
Hıncı, namusu…
Şafakları,
Taa şafakları,
Hey canım,
Kalbim Dinamit Kuyusu…”