Çocukluğumun kısa bir zamanını Germiyan Köyü’nde geçirdim. O dönem bahçemizin kenarındaki toprak evde otururduk. Yağan yağmuru dinlemek keyif verirdi başlarda; ama bir zaman sonra topraktan sızan yağmur damlacıkları “tıp tıp” diye ses çıkararak odamızın içine damlardı. Damlayan suyun sesiyle uyanıp annem ve kardeşlerimle beraber yağmur damlacıklarının altına büyük leğenler koyardık. Leğenler dolunca onları kapının önüne boşaltırdık.
Üç metre yüksekten düşen yağmur tanelerin sesi bize senfoni gibi gelirdi. Yattığımız yatakların büyük bir kısmı su içinde olurdu ve o gecelerin sabahı bir türlü olmazdı. Soğuktan donardık sanki. Soba bacalarımız çekmez, doğadan topladığımız kuru çalılarla sobamızı tutuşturup odamızı ısıtmaya çalışırdık. Öyle döküm sobalar, kovalı sobalar yoktu, kaloriferin hayalini bile kuramazdık. Çeşmesiz evlerde oturur, babaannem ve ben bazen köy kuyularından kovalarla su taşırdık. Yüznumaralar evin dışında olur, kanalizasyonların tıkanması gibi derdimiz de olmazdı(!)
Tek odalı evlerde otururduk, yeme-içme, yatma, misafir ağırlama, çamaşır hepsi orada olurdu. Öyle şimdiki gibi beyaz eşya dükkânı, ya da mobilya mağazası değildi evlerimiz. Deri sehpalar, tavanda avizeler, vitrinler, yerde bembeyaz bir dünya parası halılar da yoktu. Ortada bir kilim olur, üzerindeki desenlere göre oturur, ablam Rizan’la Beştaş oynardık. Odamıza karşılıklı iki tahta divan konulurdu, yıllar sonra yaylı demirden somyalar çıktı, üzerinde ottan şilteler olurdu. Hele sedirde oturuşuna hayrandım annemin... Kanaviçeden işlenmiş kırlentler, samanla dolu kıtık yastıklar, yerde minderler, değmeyin keyfimize... Somyalar süslenir püslenir, öyle çoluk çocuk oturamazdı, hele üzerinde zıplamak hoplamak offffffff anne hışmına mazhar kalırdık. Öyle şimdiki gibi koca koca anlamsız tablolar olmazdı duvarlarımızda. Son yıllarda adı şömine olup bizim çocukluğumuzda ocak dediğimiz raflarda olurdu gaz lambalarımız. Kıble tarafına Kâbe resimli seccadeler, Kur’an-ı Kerim, tespihler asılı olurdu duvarlarımızda.
Yan tarafta katlı, üst üste dizilmiş yataklar, üzerine bembeyaz örtüler serilirdi.
Elektriksiz evlerde idare lamlarının ışığıyla, taa yıllar sonra küçük beyaz mumlar ile, aydınlatırdık huzur dolu yuvalarımızı. Dışarıda yağmur yağarken hele bir de sobanın ışığı tavana vuruyorsa ohhh değmeyin keyfimize. Öyle şimdiki gibi tüm aile fertlerinin kucağında birer dizüstü bilgisayar olmazdı. Ailemizden esirgediğimiz sohbeti, sosyal paylaşım sitelerindeki yüzünü görmediğimiz kişilerle yapmazdık. Yemek masası nedir bilmezdik. Yer sofrasında yerdik yemeklerimizi. Önce sofra bezi serilir, ekmek tahtası üzerine konurdu. Yıllar sonra sini ve sini altı çıktı. Öyle şimdiki gibi yemek programları da yoktu. Çorba, ara sıcak, ana yemek, ardından tatlı, her yemeğe uygun çatal, kaşık hele de bıçak, herkese ait boy boy, ayrı ayrı tabak yoktu sofralarımızda, lüks sofralarda oturup fotoğraf çektirmezdik. Biz yemeklerimizi tek tabakta ortaya koyar, önce bir besmele çeker sonra da herkes ortak kaşıklardı yemeğini.
Mutfaksız evlerde otururduk. Telden dolaplarımız olur, sineklerden sakladığımız her şeyi orada muhafaza ederdik. Ne harareti ne rutubeti olurdu. Tel dolabın alt rafına daha büyük sahanlar konur, üst katlara çıkıldıkça kap kaçakların kullanış önceliğine göre sıralanırdı. Mutlaka nikelajın, melamin tabaklar, taslar. Öyle sıra sıra teflon tavalar, seramik tencerelerimiz, boy boy kepçelerimiz, servis maşalarımız, servis kaşıklarımız da yoktu. Bizim kara kazanlarımız, çömçelerimiz, tahta kaşıklarımız, vardı. Öyle mutfak robotlarımız, kıyma makinelerimiz da yoktu. Yarım kilo et alınıp çift bıçakla doğranıp kıyma haline getirtilirdi. Çamaşır makinesi nedir bilmezdik. Kirlenen çamaşırı temizlik günü olarak bilirdik. Arazilere çıkılır, kuyu başlarında ocaklar kurulur ve yakılır, koca kazanlarda sular kaynatılır, renkli çamaşırlar ayrı beyazlar ayrı bir sepete konduktan sora küllü su ile çamaşır sodası sıcak suyla üstlerine dökerdik, sabunlar rendelenir, tam otomatik eller iş başına geçerdi. Beyazlar kazanda kaynatılır, sonra yıkanır durulanırdı. Hele birde çivitlenirse, işte o zaman buram buram temizlik kokardı. Öyle şimdiki gibi “Kirlenmek güzeldir!” diye kirletmeye teşvik eden reklamlar yoktu. Biraz zahmetli işti elde çamaşır; ama bilirdik anamızın emeğini, işte o zaman geç kirletmek güzeldi bizim için.
Öküzlerimiz en büyük mal varlığımız olup çifte koşar, toprak sürer, harman kovardık onlarla. İsimsiz olmazdı öküzlerimiz, hatırlıyorum da annem: “Melis, Alaca, Arap” derdi. Hayvan sevgisini doğal çevreden alırdık, koyunu okşar, keçiye elden ot yedirir, ineği ahırın kapısında karşılar, dalında kuşu, evin kapısında kediyi, poşetsiz dökülen çöplerde severdik köpekleri. Umarım hatırlayabildiğimiz mutlu, şirin anılarımız ile gülümsetebilmişimdir sizleri.
Kalın sağlıcakla….