Siz hiç Çakmak Ovası’nın patika yollarında kayboldunuz mu? Ya da Sülemiş Ovası’nın yamaçlarına çıkıp, beş veya altı metre boyunda zeytin ağaçlarını gördünüz mü? İki üç kişi ile beraber kucaklayarak ağaç gövdesini ölçtüğünü gördünüz mü? Liman Ovası’nın topraklarında yetişmiş taze acur toplayıp, cacık veya tütün fidanı ocaklarının kıyılarından marul toplayıp, yapraklarından bol sirkeli salata yaptınız mı? Kış ortasında tarladan patates söküp, ocakta kaynatıp, soyup, pekmeze batırarak karın doyurdunuz mu? Dağlardan turp otu toplayıp, haşlama yaparak, bol limonlu ve has zeytinyağlı salatasını yediniz mi? Dere kıyılarından köpüşken otu toplayıp beraber kavurup, üstüne bir de yumurta kırdınız mı?
Buğday unuyla karıştırılarak yoğrulmuş ve taze ekmek yapılmış, arpa çuvallarını Karaköylü İbram Çavuş’un (İbrahim Günay Ağabeyimizin) değirmeninde öğüttüğü unundan ekmeğini tattınız mı? Burcu burcu burnunuzla kokladınız mı? Ve daha sayamadığım yüzlerce çeşit meyve türlerini dağlardan toplayarak yediniz mi?
Ben bunların hepsine kasabamda şahit oldum. Karadağ’ın tam tepesinde: Derler ya hani; “Dağ-taş orman ve yabani hayvan!” ben orada gördüm. Bin bir çeşit kuş, hayvan ve böcek. Yol boyunca zakkum ağaçları kaplı Alaçatı Çamlık Yolunun kıyıları, baharda açan rengârenk çiçeklerine ve kokusuna doyum olmuyor.
Alaçatı’nın ovaları çok verimlidir, Sülemiş, Haydariye, Çakmak Ovası, İmamoğlu, Hurmalı, Liman Ovası, Telsiz, Batarya, ekilen arazi öylesine çoktu ki; geçim sorunu hiç yok gibiydi. Arazilerin birçok yerine gidebilmek için yol yoktu. Patika yollardan gidip geliyorduk.
O yıllarda televizyon yoktu. Radyo az kanallıydı bir TRT’yi bir de Sofya Radyosu’nu dinleyebilirdik. Sofya Radyosu günde birkaç saat Türkçe yayın yapardı. Türkiye’den veya Avrupa’ya çalışmaya gitmiş gurbetçilerden istekler olurdu genelde Yüksel Özkasap, Ruhi Su gibi çok değerli sanatçılar hep hasret Türküleri söylerlerdi.
Şeritli teyplerle şarkı türkü dinliyorduk. Kabak kemaneyi, onlara eşlik eden köçek oynayanları o yıllarda tanıdım. Bugün ilçe olan Urla o zamanlar küçük bir kasabaydı. Urla Pazarına sık sık gider, ihtiyaçlarımızı alırdık. Oteli, lokantası, kasabı aklınıza ne gelirse her türlü esnafı vardı. Aradığın, ihtiyacın olan her şey mevcuttu. Kasabadan normal fiyatlarla alabiliyorduk.
Bir gün Mehmet Dayım ve Annem ile birlikte Urla’ya Cuma Pazarına gitmiştik. Sene 1960’dı. Bütün pazarı gezdik Mehmet Dayım hep ziraat aletlerine bakıyor, benim gözlerim ise beyaz naylon gömlekleri tarıyordu. Çocukluğum garibanlık içinde geçti. Üzerime giydiğim giysiler dokuma gömleklerdi. Pantolon ne gezer? Dokuma kumaştan pijamalarla geçti yıllarım. Anneme bin bir yalvarmakla bir tane naylon içinde az ipek olan beyaz bir gömlek, bir de tokyo terlik aldırdım. Tokyo terlik’in tabanı yedi katli rengarek’li idi Alaçatı’ya sevinçle geldim.
O gece gömleğim ve terliklerimle uyudum. Sabah uyandığımda tarlaya gitmemiz gerekiyordu. Benim gömleğim üstümde, terliklerim ise ayağımda tarlaya gitmeyi beklerken: Annem; her ne kadar “Çıkar onları. Onlarla tarlaya gidilmez!” dediyse de başaramadı. Ben üzerimdekilerle tarlaya gittim. Telsiz mevkiinde bulunan anız tarlasında terliklerle yürümek kolay değildi. Ayaklarımın her yanı anızlarda sıyrık içinde hep kanamıştı.
Ama ben terliklerimle anız tarlasında dolaşmaktan ve almış olduğum keyiften anızların ayaklarımın kanamasını ve vermiş olduğu acıları hiç dert etmemiştim. Çünkü çok mutluydum.