Soğuk bir Alaçatı gecesiydi. Eldivenlerim olduğu halde parmaklarımın soğukluğunu o kadar çok hissettim ki. Tırnaklarım buz tutmaya yakındı. Avuçlarım bana aldırmıyordu hiç, küstük galiba parmaklarımla. Yalnızdım, yapyalnız Alaçatı sokaklarında. Ve Kemalpaşa Caddesi’nde gezinen insanlar bana inat bir hayli kaynaşmış görünüyorlardı. Annem geliyordu aklıma bazen, Münir Nurettin Selçuk’un “Dönülmez Akşamın Ufkundayım” şarkısını dinlediğimiz geceler geliyordu hatırıma. Babamdan hatıra kalan gramofonundan… Gözlerim doluyordu tekrar dinlemek için gramofonun iğnesini plakın üstüne bırakırken.
Alaçatı sokaklarında gezerken insanları izliyorum. Bir melodi sesi geliyordu kulağıma. Dizlerini kırıp üzerine oturmuş beyaz saçlı bir adam klarnet çalmaya çalışıyordu. Bir süre durup dinledim. Hep aynı melodiydi ama hoştu. Arada bir çalmayı kesiyor, klarnetin ucunda biriken tükürüğü yukarı aşağı sallayarak klarnetin içerisinden atmaya çalışıyordu. Cebimdeki bozukluğun hepsini attım önündeki çaresiz kutuya. Sürekli aynı melodiyi dinlemek ilk defa sıkmıyordu. Hatta bir ara melodiye bir kaç satır söz yazıp söylemeyi bile denedim. İnsanlar kışa hazırlanan karıncalar gibi vızır vızır gidiyorlardı bir yerlere. Akşam oluyordu ve sonra gece. Kemalpaşa Caddesi Alaçatı’nın bayramlık sevinciydi. Ağır ağır yürüyordum nereye gittiğimi bilmeden.
Ellerinde kargılara dizilmiş marul satan gençler caddede dolaşıyorlar marullarını satsın diye. Sakarya Sineması’nın önünde film izlemek için bilet kuyruğundaydı insanlar. Kürt Ali’nin Fırın’ından ekmek kokusu burnuma geliyordu ama göremiyordum ekmekleri. Elinde tepsisi Turhan Can “Şambali Şam” diye bağırıyor Sakarya sinemasının önünde. Tepsiyi elinde gezdirdiği tabureye koyuyor elinde bir ıspatula ile şambali tatlısını kesip, samanlı kâğıda sarıp sana uzatıyor. Şambali tatlısı içimi ısıtıyor adeta.
Diğer sokakları ise terk edilmiş gibiydi Alaçatı’nın. Sessizliğin fazla olduğu saatlere geliyorduk. Yani saat gece oluyordu artık. Ayakkabı boyayanlar, Kemalpaşa Caddesi’nde çay satan adamlar dahi gidiyorlardı artık evlerine. Martı Restoran’dan gelen klarnet sesi de kesilmişti az önce. İzmir’den gelen son otobüs durağa geliyordu yavaş yavaş saatin gece olduğu vakitlerde. İnsanları izlemek güzel! Ellerime nefesimi üfleyip birbirine sürttüm ki başka çarem yoktu zaten. Saat gece ve ben tek hece kalıyordum gittikçe...
Bir adam sigaranın canını alırcasına çekiyordu dumanını içine. Ateş istedim bir sigarayla birlikte. Kullanmıyordum fakat ısıtır diye düşündüm içten içe. Cebinden çıkarttığı paketten bir tane uzattı bana kendi sigarasının dumanıyla acıyan gözlerini kısarak. Aşklarından bahsediyordu adam, soluk almadan anlatıyordu yüzüme bile bakmadan. Uzayan saçları gözlerini gizliyor, onu daha gizemli yapıyordu kendi çapında. Kabuk bağlamış yaralarını tekrar kanatıyordu ve ben ağzımı dahi açmıyordum dinlerken. Ev telefonlarından bir numara çevirirdik hikâye anlatırdı ya işte tıpkı onun gibiydi. Dinlemekten zevk alıyordum. Ellerim üşümüyordu artık veya hissetmiyordum. Ayak parmaklarımın uçları ruhlarını çoktan teslim etmişlerdi soğuğa. Ve daha da griye gidiyordu bu hüzünlü kasaba. Hafiften saat sabah oluyordu.
Zaten saçı sakalı birbirine karışmış olan o adam da artık yorulmuştu. Sabah ezanının okunmasına ramak kalmıştı. Hoca Allahü Ekber! derken sordu adam: "Senin hiç aşkın olmadı mı?" Soğuk artık üşütmüyor yakıyordu bedenimi. Bunun ne anlama geldiğini bilmiyordum ama donmaya başlıyor olabilirdim. Dişlerim birbirine değerek dedim adama: "Sen bensin aslında. Senin bütün gece anlattığın o aşkların hepsi benim. Bana sigara yakan adam falan da değilsin. Çünkü öyle birisi yoktu. Kendim yaktım sigaramı ben. Saçlarımın gözlerimi kapattığı ve böyle daha gizemli olduğum doğru. Yüzüme bakmadan anlattın çünkü bir aynam yoktu anlatırken yüzüme bakacağım...
Sigaranın canını alırcasına dumanını çektiğim de doğru. Sen, bensin aslında. Saat sabah olurken yine yalnızım ben Alaçatı sokaklarında…