Alaçatı bu gün yine çok sıcak bir gün yaşadı. Bu gün öğle güneşi, geçmiş yılların kavuruculuğu ile yakmaya çabalıyordu ovası ve sokakları ter içindeydi Alaçatı’nın sokakları.Ovada toprak yumuşak Alaçatı’nın sokaklarında bina duvarları,sızıntılı kiremitler buharlı. Buğu içindeydi Alaçatı.
Taştan taşa sekmeden, ovada koşuşan arkadaşlarıma, bakmadan, Alaçatı’da bizim sokağa sapmadan fırına doğru yürüdüm. Alaçatı’da sıcak daha da artmıştı. Fırından dönünce sokak duvarların diplerindeki otlarla birlikte bende terliyordum.
Açık pencerelerden kapılardan yemek kokuları geliyordu. Patlıcanların, kabakların, cızırtılı kızarmasını duyuyor, kapı önlerinde pişirilen etlerle balıkların kokusunu derin derin çekiyordum içime. Peynir, soğan, zeytinyağı, kavun hep birden kokuyordu o maltız kokuyla karışık.
Üzüm kokuyordu sonra, duvarların dibinde sıralanmış tütün balyaları, tekel binasının önünde anason ayıklama makinesi kolla çevrilen. Adem baba terlemiş, var gücüyle çeviriyordu makinanın kolunu. Alaçatı’nın her sokağını anason kokusu sarmıştı.
Bu kokular her günkü gibi bulut bulut göğe doğru yükseldiği için kayıtsız ilgisiz sanıyordum herkesi. Arada bir yüzlerle ellerde bir durgunluk seziyor, yanıldığımı anlıyordum. Pişen etler her günkü gibi çevriliyor, sahanlara, tabaklara aktarılıyordu. Fırıncı Orhan ağadan “Belge” aldığım ekmek kucağımda dönerken, Rıza dayımın eşi Nedime yengem kapısının önünde bakınıyordu. Bense hergünkünden büyük bir parça ekmek koparıp attım ağzıma. Nedime yengem o gün de hiç duraksamadan sesinin hergünkü tazeliğiyle, hergün söylediği sözü hergün söylediği gibi, tadına ilk olarak varıyormuşçasına; "Ekmeği bitiriyorsun oğlum, seni büyükannene söyleyeceğim, bak gör.”
Alaçatı’nın bu sıcak gününde elli yedi yıl öncesini hatırlamak ne güzel şeymiş.
Hey gidi günler hey…