Güneş, ufkun çizgisine henüz ince bir alev gibi dokunmuştu. Sabahın serinliği, uçsuz bucaksız toprakların bereketini kucaklıyor, çimenlerin üzerinde parlayan çiy damlaları, Pahom'un gözünde hayallerinin ışığına dönüşüyordu.
Pahom, sıradan bir çiftçiydi; toprakla yoğrulmuş, emeğiyle yaşayan bir adam.
Ama yüreğinde huzur yerine bir ukde vardı.
Daha çok, daha güzel, daha zengin bir yaşam.
Bu hayallerle kralın sarayına doğru yola koyuldu.
Ülkesinin kralı cömertliğiyle bilinir, dileyene istediği kadar toprak verirdi.
Pahom'un kararlılığı ayaklarına güç, hayalleri ise dudaklarına bir tebessüm vermişti.
Kralın huzuruna çıktığında heyecandan elleri titriyordu.
"Efendim," dedi boynunu eğerek, "toprak istiyorum. Çok çalışırım, her karışını bereketle donatırım."
Kral gülümsedi, ama gözlerinde keskin bir bilgelik vardı. "Tabii," dedi, "ama bir şartım var."
Pahom, kralın her kelimesini dikkatle dinledi. Şart açıktı: Güneşin doğuşuyla yola çıkacak, katettiği bütün toprakları alabilecekti. Ama güneş batmadan başladığı yere geri dönmeliydi. Yoksa her şeyini kaybedecekti.
Şafakla birlikte Pahom yola koyuldu. Ayakları kararlı, yüreği coşkuluydu. Başlangıçta akıllıca ilerledi, her adımını ölçerek attı. Düz araziler, verimli tarlalar, meyve bahçeleri. Her biri Pahom’un gözlerini kamaştırıyordu. "Tamam," dedi bir noktada, "artık geri dönme vakti."
Ama tam o sırada, ufukta sulak, bereketli bir alan gördü. İçindeki hırs fısıldadı, "Bunu da al!" Daha hızlı koşmaya başladı. Yorulmuştu ama durmadı. Sulak arazileri geçerken bu kez daha da güzel topraklar çıktı karşısına. "Biraz daha," dedi içinden. "Bu topraklarla zenginliğimin sınırı olmaz."
Saatler böyle geçti. Ayakları hızla yere vuruyor, ama yüreği bir taş gibi ağırlaşıyordu. Derken güneşin sarı ışıkları turuncuya döndü, gökyüzü kızıl bir perdeye büründü. Artık geri dönmeliydi.
Fakat dönmek hiç kolay değildi. Güneş, yavaş yavaş batarken Pahom bütün gücünü toplamış, başladığı yere doğru koşuyordu. Ayakları yanıyor, nefesi kesiliyordu. Kalbi göğsünü parçalayacak gibiydi. Her adımda bedenini bir başka acı bıçak gibi kesiyordu.
Sonunda, başladığı noktaya ulaştı ama tam orada, ayaklarının bağı çözüldü. Yere yığıldı. Burnundan ince bir kan süzüldü, gözleri karardı. Toprağın kokusunu derin bir nefesle içine çekerken, sessizce öldü.
Kral, atının üstünde onu baştan beri izliyordu. Adamlarına bir mezar kazmalarını emretti. Pahom’un bedeni, soğuk toprağa indirildi. Kral, mezarın başında durdu, yorgun ve hüzünlü. Fısıltı gibi bir sesle konuştu:
"Bir insan işte bu kadar toprağa sığıyor… Altı adımlık bir mezar."
Rüzgar, kralın kelimelerini alıp uçurdu. Uçsuz bucaksız topraklar ise sessizdi. Çünkü onlar, hep insandan daha bilgeydi.
Tolstoy'un bu hikayesini doymak bilmeyen emperyalit sermayenin temsilcileriyle, devletleri yönetenler tekrar tekrar okumalı.
"Bir insan işte bu kadar toprağa sığıyor… Altı adımlık bir mezar."
(Görsel: Yapay zeka)