Tamer Ertuna, hayatı boyunca doğanın ve sanatın izini süren bir gezgindi. 5 Şubat 1958'de İstanbul’un gri göğü altında doğduğunda, kaderi çoktan çizilmiş gibiydi. Bulgaristan’dan göç eden ailesinin yükü sırtında, hesapların, rakamların, defterlerin içinde bir ömür geçirmek yerine, doğanın büyük defterinde kendine bir satır arıyordu.
Muhasebenin soğuk rakamlarıyla uğraşırken, içindeki sanatçının yüreği hep başka yerlere akıyordu. Sahaf dükkanlarının küf kokan raflarında, geçmişin fısıldadığı hikâyeleri dinler, eski kitap sayfalarının arasında kaybolurdu. Ama asıl kayboluşu, derin mavinin ve yüksek dorukların kollarında yaşayacaktı. Önce suyun altına daldı; mercanların kırmızı nefesinde, yosunların yeşil sarhoşluğunda başka bir dünya buldu. Sonra, gözlerini göğe çevirdi; dağların tepesinde, sislerin ardındaki büyük sessizlik ona başka bir sır verdi.
Yıllar geçtikçe doğaya olan aşkı, onu sanatın derin sularına çekti. Emeklilik, birçok insan için bir duraksa da, Tamer Ertuna için yeni bir yolculuktu. Datça’nın taş sokaklarında, denizin tuzlu kokusunda, güneşin sarı ve mavi tonlarında kendini bir paletin içinde buldu. Geçmişin izlerini ararken, doğanın her anını resmetmeye başladı. Ama sıradan bir ressam değildi o; renkleri, hatıraları ve rüyalarıyla yoğuruyordu.
Zamanla tablolarında kendini hasta bir kuş olarak çizmeye başladı. Yalnız bir kuş, sırtüstü uzanmış, evrenin sonsuz boşluğuna bakıyordu. Gecenin karası ile gündüzün sarısını aynı resme sığdırıyor, güneşle ayı bir araya getiriyordu. Çünkü biliyordu ki, coşku ile çöküş, yaşam ile ölüm, nefes ile fırtına hep aynı anda var oluyordu.
Tamer Ertuna eserlerinde sonsuzluğu merkezine alarak, iç içelik ile karşıtlığı aynı kompozisyon içinde ustalıkla harmanlıyordu. Bu yaklaşımı, onun hem coşku dolu hem de melankoliye meyilli ruh halinin bir yansımasıydı; uçlarda gezinen duygularını tuvaline incelikle işledi.
Yaldızlı kalemlerin farklı kalınlıkları ve renkleriyle çalışan sanatçı, figüratif anlatımı tercih etti. Yalnızca sergilerle değil, kitap ve dergilerde yer alan eserleriyle de sanat dünyasında kendine özgü bir iz bıraktı. Hem yurt içinde hem de uluslararası platformlarda sergilenen çalışmaları, izleyicisine derinlikli bir görsel deneyim sundu.
Renkleri, kalemlerin ucu kadar keskin; ironisi, dalgaların kıyıya vurduğu taşlar kadar ağırdı. O, doğanın sonsuz büyüsüne kapılmıştı ama bir o kadar da insanlığın hoyrat ellerinden yaralanıyordu. Tablolarına baktıkça, hasta kuşun gözlerinde hep aynı soru vardı: "Bu dünya gerçekten bizim mi, yoksa biz mi ona emanetiz?"
Bugün, Datça’da atölyesinde, rüzgarın taşıdığı fırça darbeleriyle çalışmaya devam ediyor. Belki de bir gün, hasta kuş kanatlarını yeniden açar ve sonsuz gökyüzüne doğru süzülür…