Ne güzelmiş çocukluğumdaki yaşamlar. Sabahları erken kalktığımda annem evimizin alt katındaki odada tarhana çorbası hazırlıyor olurdu, ben de yattığım odanın tabanındaki tahtaların aralıklarından annemi izlerdim. Tarhana kokusu ciğerlerime kadar işlerdi. Annem aşağıdan seslendiğinde kulaklarımın dibinden sesleniyormuş gibi gelirdi bana. Yataktan kalktığım gibi annemin yanına gider hemen sarılırdım annemin boynuna o da beni koynuna alırdı. Annem terlemiş olurdu, onun kokusunu ciğerlerime kadar hissederdim. Annem “Dur beni rahat bırak, işim çok, size kahvaltılık hazırlıyorum.” dese de ben, annemin koynundan ayrılmak istemezdim. Bakardım ki annem işini yapmak istiyor ve ben ona mani oluyorum, hemen ayrılırdım annemin koynundan.
Kahvaltımızı yaptıktan sonra komşumuz Şehriban Abla bahçemize bakan pencereden bizi izliyor olurdu. Şehriban Abla’ma, “Hayırlı sabahlar Şehriban Abla!” dedikten sonra bahçemizin köşesindeki, Rumlardan kalma kuyunun başına geçer, evimizin duvarlarını ve çok iri badem ağacımızı uzun uzun süzerdim. Sabah, badem ağacındaki kuşların sesleri bana melodi gibi gelirdi. Annem kümesteki tavuklarımızı salmış, onlar bahçede gıt gıtlayarak toprakta eşelenirken kuşların telaşı gözüme çarpardı. Aşağıdan yem bulup duvar deliklerindeki yavrularına yem götürmekle meşgul olurlardı. O kadar sık inip yükselirlerdi ki onları izlemekten yorulurdum. Ama onlar yorulmadan yavrularına yemek taşırlardı.
Belki garibanlıktan evimizin tamiratını yaptıramazdık; ama mutluyduk. Anne’min ağzından bir kere olsun şikâyet duymamıştım. Evimizin yer döşemeleri… Eski eshamlarımızı toplayıp kilim dokumasına verirlerdi bu sebeple çok renkli kilimlerimiz olurdu, rengârenk…
Tahta divanlarımız vardı kıtık yastıklı. Divanlarımızın kıyılarında dantel işlemeleri olurdu, tığla örülmüş birer sanat eseriydiler.
Annem tarlaya gitmediği zamanlar, mart ayında güneşe çıkıp önünde hörekesi, ucunda koyunyünü, onu işleyerek ip haline getirirdi. Sonra kuyumuzun başında, kazanda ısınan haşlanmış suyun içine toz kumaş boyasını atarak her renkte ip elde eder, bize çorap ve kazak örerdi şiş ve tığla. Üşümek nedir bilmezdik ve mutluyduk. Herkes bir birini tanırdı. Dostluklar vardı karşılıksız.
1976’ya kadar Alaçatı’da imar yoktu. Kimse tarlasına taş bina yapamazdı. Yaz aylarında çardak yapardı herkes, eylül başında da çardaklarını bozardı. Kimseyi de rahatsız etmeden yaparlardı. Çalışmaktan ve üretmekten başka düşünceleri olamazdı o yıllarda insanların.
Peki bugün böyle mi? “Komşunun görüntüsü bozulmasın.” diyen var mı?
“Benim param var, benim canım böyle istiyor, benim yasal hakkım var ve ben yasal hakkımı kullanıyorum.” diyen birçok insan yok mu?
Peki, devlet ne yapıyor? Bir ilçeye veya bir köye gidip “Sayın yöneticiler, buraya böyle bir yatırım yapmak istiyoruz.” diye size soran oluyor mu? Ankara’da teknolojiyi kullanıp Google dan işaretleyip “Ben buraya Çeşme projesi yapmak istiyorum.” deyip kimseye sormadan istediğini yapmıyor mu?
“Yapıyor!” dediğinizi duyuyorum.
Nereden nerelere geldik arkadaşlar…
İnanın yaşadığım çocukluk yıllarımı çok özlüyorum. Ne rüzgârgüllerini, ne jeotermal enerji santrallerini, ne Çeşme’yi uçuracak Çeşme Projelerini, ne de tarım alanlarının yanında yapılan taş ocaklarını özlüyorum! Çocukluğumdaki insanları ve onların yaşadığı dönemlerin Alaçatı’sını özlüyorum! Ben Alaçatı Kuşlarını, Sakız ağaçlarının gölgesinde oturmayı, anason tarlalarında gezinmeyi, Hurmalı Ovası’ndaki derelerin Agrilia körfezine akmasını, incir ağaçlarının altında oturmayı, Çakmak Ovası’ndaki buğday tarlalarında dolaşmayı özlüyorum…
Bunlar benim düşüncelerim, benim özlemlerim…
Kalın sağlıcakla…….