Eğirdir Gölü’nün mavisiyle büyüyen Oğuz, gökyüzüne uzanırken bile gözlerinde bu büyülü mavinin yansımasını taşırdı.
Çocukken yaşadığı o sakin kasabada doğanın büyüsüne kapılıp, gölün dalgalarının kıyıya vuruşunu izlerken dünyada başka renklerin de var olduğunu keşfetmişti.
Bir gün babası elini tutup onu şehre götürdü ve Ankara’da özel bir resim kursuna yazdırdı. İşte o gün, hayatı yeni bir renkle boyandı; kağıtla ve fırçayla tanıştı. Fırçanın ucundaki renkler, sanki Eğirdir’in mavisini tekrar ve tekrar dünyaya yaymak için onun ellerindeydi.
Yıllar geçtikçe, sanata dair merakı daha derinleşti.
Lise sonrası iş hayatına atıldığında, matbaalarda, reklam ajanslarında ve fotoğraf stüdyolarında çalışarak şehri ve insanları gözlemlemeye başladı.
Bir gün eline aldığı suluboya fırçasıyla kağıda ilk damlaları bıraktığında, içindeki tüm birikmiş anılar, şehirlerin renkleri, göllerin sessizliği sanki kağıda yansıdı. Sanki suluboya damlalarından okyanuslar yaratıyordu. Renkler onunla birlikte canlanıyor, her fırça darbesiyle geçmişe, hayallere, doğaya yolculuk yapıyordu.
1991 yılında, İstanbul Kadıköy’de küçük bir galeride açtığı ilk sergisi, hayatında unutulmaz bir anıydı. Sergi salonunun duvarlarına asılı resimlerinde, sadece renkler değil, kendi öyküsü de gizliydi. Fırçanın ucunda, mavilerin, yeşillerin ve gölün serin dalgalarının dokunuşuyla dolu bir çocukluk, sanatının derinliklerinde yaşıyordu.
Sonunda, hayatının rengini bulduğunu düşündüğü yere, Datça’ya yerleşti. Burada, doğanın kucağında, denizle iç içe yaşamaya başladı. Datça’nın taş yolları, sahilindeki çiçekler ve zeytin ağaçları, yıkık dökük eski evleri onun yeni ilham kaynakları oldu.
Bu küçük Ege kasabası, Oguz Tıglı'nın sanatını bir kez daha şekillendirdi; denizin mavi örtüsü ve yeşil zeytin ağaçları ile begonvillerin gölgeleri resimlerine yansıyordu. Her yeni gün, doğanın sanatını anlamak ve bunu suluboyalarla ifade etmek için bir fırsattı.
2024 yılında, Cape Crio Otel Luvi Sanat Galerisi’nde "Geçmişten Günümüze" adlı sergisini açtığında, bu sergi onun sanat yolculuğunun bir özeti gibiydi. Salonun ışıkları altında, fırça darbeleriyle canlanmış hikayeler, ziyaretçilere onun hayatına dair bir pencere açıyordu. Her resim, Eğirdir Gölü’nün mavisinden Datça’nın zeytin kokulu sabahlarına uzanan bir yolculuktu.
Oğuz Tığlı, resimleriyle insanlara sadece doğayı değil, kendisini de sunuyordu; çünkü her fırça darbesi, hayatının unutulmaz bir anısını taşıyordu.
Belki de Oğuz Tığlı’nın öyküsü, bir çocuğun doğayla tanışmasının, bir adamın kendi renklerini keşfetmesinin, bir ressamın hayata anlam katmasının ve doğanın sonsuz döngüsüne olan sevgisinin öyküsüdür.