“İzmir depremini yaşadım; fakat öylesi acı yaşadım ki henüz içim soğumadığından yazıp dile getiremedim hüznümü, öfkemi, acımı...
Hiç unutamayacağım bir saat 14:51...
Kara bulutların öfkesini üzerimize saldığı, ölümlerin çığ gibi büyüdüğü, acılarımızın yarıştırıldığı katran karası bir amansız saat dilimi...
Öğrencilerimle her zamanki gibi o saatte bilgisayardan canlı ders yapıyorduk..
Birdenbire hayatın nasıl da saniyelerle ölçüldüğünü ve o birkaç saniyenin nasıl da her şeyi yok edip götürdüğünü, alınan nefeslerin o an durduğunu, hayata tutunmak için bir şeyler yapmak gerektiğini bir kez daha vurguladı en derin haliyle..
Öğrencilerimin çığlıkları, feryatları öyle çoktu ki...
Ben de evimde oturduğum yerde anlatılamayacak kadar kötü bir durumda depremi yaşarken, çocukların sesine ses, çığlıklarına nefes, gözyaşlarına kardeş olmak adına umutla, direnerek moral olmaya çalışıp hayata tutunmak gerektiğini bağıra çağıra anlatıp durdum yine de..
Oysa o anda evim öyle kötü bir durumda beşik gibi sallanıyordu ki..
İnsanların nasıl da kavgayla, savaşla, ihanetle, çıkarları uğruna, kötülüklerle birbirlerini yok etmeye çalıştıklarını düşündüm o yirmi saniye içinde..
Ne yazık!..Ne nafile!... Hayat denilen, uğruna bencilce yok edilen tüm insanlıklar..
Gittikçe şiddetini artıran depremle her şeyin bitmek üzere olduğunu düşünürken öğrencilerime güzelliklerden söz etmeye çalıştım ve iyi de oldu galiba..
Sanki kahrolası depremin kulakları duydu benim hayatın umutla, direnerek ve insanları sevmekle her şeyin yeniden yine başlayacağını...Yavaş yavaş o kulakları sağır eden gürültü ve sallantı hızını azaltıverdi sanki bizlerin seslerini duyar gibi..
Yine de umutların yeşerip mucizelerin yaşandığını görmek, bir şeyleri , hatta birçok şeyleri değiştirmemiz gerektiğini; fakat illa ki önce acılardan başlanacağını,
acılarımızın sınandığını, yine de dayanılması çok zor acılardan geçtiğimizi , her ne olursa olsun dayanmak gerektiğini, yaşanan acıların kader olmadığını, bir şeylerin değişeceğinin filizlenen umuduyla yaşadığımızı söyleyerek içimin derinliklerindeki hüznü, gözyaşlarını, acıları azaltabilirim belki de...”
***
Bu içtenlikli paylaşım, Reyhan Öğretmenimden!
İç sızlatan, dramatik, acının, yaranın kolay kolay kapanmayacağını gösteren ifadelerle donanmış.
Şair Ahmet Telli’nin şu dizelerini de eklemiş paylaşımına;
“Ama acılara alışılmaz/ Bir şeyler değişecek/ Bir şeyler var/ Değiştirmemiz gereken
Önce acılardan başlanacak...”
***
İzmir depremi, içimizi yaktı.
“Ayda Gülümsedi Türkiye Ağladı” manşeti atanlar…
İdiller’i, Elifler’i, Aydalar’ı, kurtarmak hepimizi ağlattı, iyi de bu çocukların, ailelerinin neden o enkazın, göçüğün altında kaldığını sorgulamamız da gerekmiyor mu?
Sormayacak mıyız yaklaşık 15 bin kişi neden evsiz kaldı?
Boş yere ölümler niye?
114 insanımız niye can verdi?
Kimler o bölgeye inşaat izni verenler, kolon kesmeyi resmileştirenler.
“Keşke riskli binalarda oturmak tercih edilmesiydi” demek, çözüm müydü?
İnsanlarımıza neden mezar oldu binalar?
Her deprem sonrasında hep bu konuşmalar mı yapılacak?;
“1-Deprem raporu olmadan tapu devredilemez. 2-Ruhsatsız yapıya elektrik, su bağlanamaz. 3-Kaçak kanuna ve kanuna uygunsuz, çürük yapı yıkılır, sorumlular cezalandırılır. 4-Belediye dahil tüm sorumlular tazminat öder.”
Dr. Ceyhun İrgil dostumuz sormuş “Bu 4 madde yasayı yapmak çok mu zor?”
Biz de soralım..
Evet, çok mu zor?
***
14.51…
Reyhan öğretmenimin de, öğrencilerinin de, bizlerin de ömür boyu unutamayacağı bir saat.
Yazıyı bitirirken Charlie Chapline’nin (Şarlo) sözüü anımsadım, nedense;
“Dünyayı, anneler, şairler ve öğretmenler yönetseydi kimse sızlanmazdı!”
Kurtarma çalışmalarını canla başla yürüten kahramanlara minnetle.
Geçmiş olsun Güzel İzmir’im…