Orada doğardık biz…
Benden öncekiler de, ben de, benden sonrakiler de…
O yolu yokuş “hara”nın; doğar doğmaz ayakları üzerinde duran “tay”larıydık biz.
Hepimiz…
Ayakta duramayan tayın gözünün yaşına bakılmazdı çünkü…
Zor bir yolculuktu bizimki…
Daha ilk gün çıktığımız yokuş gibi zor ve uzun…
Soluklana soluklana da gidilecek bir yol değildi bu…
Soluk soluğa olmayı gerektiren bir yolculuktu…
O yüzden “tay”ken daha, ayakta durman gerekliydi çok…
Durduk ayakta…
Ya da ayakta durabilenlerin arasında olduk yıllarca…
Her yarışta koşturdular bizi…
Seve seve düştük yola…
Koştuk bolca… Bursa’da, Adana’da Kocaeli’de, İzmir’de, Diyarbakır’da, Urfa’da, İstanbul’da Ankara’da…
Önce deli taylar gibi, sonrasında “safkan”lar gibi…
Gazetecilik böyle bir meslekti çünkü…
Padok seçtirmezler adama, bir bakmışsın orada, bir bakmışsın burada…
Farkı yok zaten birinin diğerinden…
Hipodrom da seçtirmezlerdi bize…
“Nerede olay, orada olmak kolay” diyebilenlerin işiydi bu…
Koca koca padoklarda yazdık çizdik…
Yeni doğmuş hipodromları ayağa kaldırmaya çalışan neferlerdik…
Doyduk elhamdülillah….
Ama inanın “doymak” son aklımıza gelendi…
Bir sevdaydı çünkü bizimki…
Kağıt ile kalemin; kelimelerle tuşların dansına ritim tutmaktı…
Düşünmekti…
Yaratmak, gözlemek, irdelemek, yorumlamak, dile getirmekti…
Gazeteciler, çok ama çok mutlu insanlardır… Çünkü, dünyanın belki de en zor işini severek yapan insanlardır…
Sevmeden yapılamayacak bir işin aşk dolu neferleridir…
Sonra bir gün uyandık ki…
Biz yokuz…
Bir gün uyandık ki, ne o bildiğimiz padoklar yerinde, ne hipodromlar…
Koca koca midilliler oturmuş, bizim koşturmaktan oturmaya fırsat bile bulamadığımız koltuklara, masalara…
Adını yazmayı bilmeden ülkeyi analiz eder olmuşlar…
Yağsızlıktan sık sık gıcırdayan masalarımızdan yağ damlar olmuş…
Şıkır şıkır hepsi…
Her birinin üzerinde bir jokey, deli deppek koşturmaktalar, telaştalar…
Sanki yangından mal kaçırmaya, kaçırdığı malı sarıp sarmalamaya, bir yerlere ulaştırmaya çalışmaktalar…
Hepsi makyajlı…
Gözleri sürmeli, kirpikleri rimelli, yanakları allık içinde…
Ancak gerçek yüzlerle kaleme alınabilecek gerçekleri yazmayı akıl etmeyecekleri baştan belli…
O yüzden gizlemişler gerçeklerden önce kendilerini…
* * *
Şimdi onlarca “deli tay” onlarca “safkan” yok artık…
Cağaloğlu yokuşunun askerleri, deli tayları, usta safkanları dağıldı yurdun dört bir yanına…
Her biri, yılkı atı şimdi…
Ben de bir yılkı atıyım…
Kimimiz fotoğraf makinasını çıkarmış boynundan, Harran Ovası’nda baba toprağını çapalamakta…
Kimimiz kalemini kutusuna koymuş, Bodrum’da denize olta sallamakta…
Kimimiz bir huzur evinde anılarına ağlamakta…
Koca medya, koca Cağaloğlu, koca bab-ı ali, koca meslek, başıboş şimdi…
* * *
Bir gün o yokuşu çıkmaya çalışan bir yılkı atı görürseniz…
Görürseniz ki gözü yaşlı, ağlamaklı…
O, benim işte…
Ya da benim deli taylarım, safkanlarımdan biri…
Özlemiştir sıcak gazeteyi… Mürekkebin kokusunu, rotatiflerin ninnisini, özlemiştir gerçekleri…
Özlemiştir gerçekleri size iletmeyi…
O günleri o yerleri anar mıydım sanıyorsunuz…
İnanmasam bu kabusun bitip, o günlerin geleceğini geri…